Haritayı açıp baktığınızda Münih’i Almanya’nın güneydoğusuna konumlanan bir şehir olarak görebilirsiniz, doğru bilgi ama fazlası var. Aslında Münih kendine öyle zengin bir lokasyonda yer bulmuş ki bu sayede şehir içi keşiflerden daha fazlasını şehrin dışına çıkıp bulmak mümkün oluyor. Bir kere Avusturya, İsviçre gibi farklı ülkelere yakınlığı bir biletle birden fazla ülke görme şansı tanıyor. En sevdiğimiz! Bavyera Alpleri’nin, ülkenin en temiz göllerinin ve dolayısıyla muhteşem bir doğanın ortasında kalışı, günübirlik veya daha uzun zamanlı doğa aktivitelerine dahil olma imkanı sağlıyor. Bir de Bavyera bölgesinin eski zamanlarda güçlü krallıklarla yönetilmiş olması çevrede görülecek tonla görkemli yapının var olmasını sağlıyor. Tam da bu sebepten Münih için “hem kendi hem çevresi iyi” bir şehir diyebiliriz.
Eğer bu yazıyı okuyorsanız buraya Münih’in merkezini ve Münih gezilecek yerler listesini detaylarıyla anlattığımız Münih Gezi Rehberi yazımızdan gelmişsinizdir diye düşünüyoruz. Yok o kısma henüz geçmediyseniz mutlaka şehrin içerisindeki keşfe değer harikalıklara da göz gezdirin deriz, yazıda bazı “içeriden bilgileri” de bulacaksınız.
Aşağıda bahsedeceğimiz yerlere gitmek için en yormayan ve sıkıntısız yöntem elbette araba kiralamak veya bizim gibi Münih’te arabası olan bir arkadaş edinmek. 🙃 Ama iki olasılık da size uygun değilse hiç canınızı sıkmayın, demokrasilerde çare tükenmiyor. Biz buralara arabasız nasıl gidilir konusunu da araştırdık. Şimdi hazırsanız kemerlerinizi bağlayın. Münih merkezden uzaklara yolculuğumuz başlıyor.
Königssee: Heidi’lerin Diyarı
Münih’e 2 saat uzaklıktaki masal diyarına hoş geldiniz. Königssee’yi anlatmaya başlamadan önce bizdeki hissiyatını size de geçirmek isteriz ki bundan sonra dinleyecekleriniz benzer hayaller canlandırsın. Dupduru ve cam gibi berrak koyu mavi sularıyla Bavyera Alpleri’nin orta yerinde kıvrılan Königssee, oksijen deposu havası ve el değmemiş doğasıyla insana “yeryüzünde cennet” şoku yaşatıyor. Almanya’nın en temiz gölü sıfatını hakkıyla taşıyan Königssee ve civarı bizim için “Heidi gerçek olsaydı nerede yaşardı?” sorusunun cevabı gibi. Öyle ki, göl üzerinde tekneyle ilerlerken etrafınızı saran dağlara 10 saniye bakınca Heidi’nin köpeğiyle beraber tepelerde koşturduğunu görebiliyorsunuz. Bir de buralara gidişiniz kış aylarına denk gelirse uçsuz bucaksız beyazlık size alışkın olmadığınız bir sonsuzluk hissi yaratabiliyor…
Königssee, Bavyera eyaletinin güneydoğusunda, Avusturya sınırında fiyort görünümlü bir göl. Aslında güneyli Almanlar için tam bir hafta sonu kaçamak rotası. Kışın kayağa, yazın göl kenarında serinlemeye ve sezon bağımsız tekne turu yapmaya bu bölgeye kaçıyorlar. Königssee “kralın gölü” demek, krallar kraliçelere layık bir hafta sonu kaçamağı hakikaten… Bölgede çok fazla kayak merkezi var, biz gittiğimizde de board’unu sırtına takmış pek çok kişi kaymaya akın etmişti. Yani göl ve çevresinin sunduğu imkanlar sezonuna göre farklılaşmakla birlikte her mevsimi ayrı harikalar sunuyor.
Aslında bu yolculukta ilk varış noktanız gölün kıyısına kurulu Schönau am Königssee kasabasına oluyor. Kasabada geleneksel Alman evleri, menüsünde Alman mutfağından tatlar barındıran restoranlar, canımız ciğerimiz bira bahçeleri, geleneksel Bavyera giysileri satan dükkanlar vs. sizi karşılıyor. Kasabada ve göl kenarında ufak bir tur attıktan sonra teknelerin bulunduğu alana gelip göl turuna çıkabiliyorsunuz. Bölge 1978 yılında milli park ilan edilmiş. Bu yüzden göle özel tekne ile açılmak, balıkçılık ve kamp yapmak vs. yasak. Yani neredeyse göle elini sokmayı bile yasaklamışlar. Gölü temiz ve sessiz tutmak için tek izinli araç, turların yapıldığı elektrikli tekneler ve onların da bir limiti var. Yarım saatte bir kalkan teknelerle gölde tura çıkmak için gidiş-geliş biletin ücreti gideceğiniz yere göre değişiyor. Gölün diğer ucundaki Salet kasabasına gidip gelmek 25€ iken bizim de dahil olduğumuz St. Bartholoma kasabasına yolculuğun ücreti 20€. Özellikle kış aylarında bazen kar fırtınası gibi sebeplerle turlar yapılmıyor, mesela biz gitmeden bir gün önce fırtınadan dolayı yapılmamış. Bizim gittiğimiz gün ise göl çarşaf gibiydi, şans… O yüzden gitmeden önce tekne turunu yapan işletmenin sitesini kontrol etmekte fayda var. Güncel fiyatlar ve tur saatleri gibi bilgiler de sitede mevcut.
Tekneyle tura çıkınca yaklaşık olarak yukarıdaki haritayı izliyorsunuz. Gördüğünüz gibi Salet ve St. Bartholoma duraklarının vaadettikleri şeyler farklı. Tekneler kışın Salet’e gitmiyor, biz de bu yüzden gidemedik ama mevsim kış değilse tekne o tarafa devam edince Almanya’nın en uzun şelalesini, farklı yürüyüş rotalarını ve Obersee gölünü görebileceğinizi biliyoruz. St. Bartholoma kasabasına gitmek ise yaklaşık 35 dakika sürüyor. Kasabada dilediğiniz gibi takılabiliyor ve gidiş-dönüş biletiniz olduğu için istediğiniz bir saatte kalkan tekneyle dönüş sağlıyorsunuz, biletinizi kaybetmeyin yeter. Kasabada göl kenarında yürüyüş, restoranda sıcak şarap eşliğinde yemek yemek, çevreyi keşfe çıkmak, elbette çılgınlarca fotoğraf çekmek gibi alternatifler mevcut. Ayrıca tarihi 1134 yılına uzanan Roman katolik kilisesi St. Bartholomew da buradaki görülecek harikalıklar arasında. Barok mimarisindeki yapı, kızıl kubbeli çatısı ve “onion dome” formunda kubbeleriyle ortamın muazzamlığına muhteşem bir uyum gösteriyor.
Tekneyle gölde ilerlerken görevli, sağlı sollu pek çok nokta ve yaşanmış olay hakkında bilgi veriyor, fakat Almanca… Siz de elinizdeki broşür veya varsa Almanca bilen arkadaşlarınızın yardımıyla o noktada ne dediğini anlamaya çalışıyorsunuz. Mesela “Echowand Cliff” noktasına gelince görevli elindeki trompeti dağlara doğru çevirip çalıyor, siz de sesin yankılanmasını dinliyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki eski zamanlarda kaptanlar silahlarını ateşlediklerinde ses 7 kez yankılanırmış. Veya yine göl üzerinde ilerlerken 1688 yılında 71 kişinin ölümüyle sonuçlanan teknenin battığı yeri, sırt üstü uzanmış uyuyan bir cadı formundaki kayalıkları veya dağların eteklerinde gezinen ren geyiklerini görebiliyorsunuz. Ayrıca dağların alt kısımlarında yürüyüş yapan insanları görünce öğreniyoruz ki istek üzerine tekneden belirli noktalarda inip hiking yapmak da bu bölgenin önde gelen aktivitelerindenmiş.
Kasabaya döndüğümüzde dönüş yoluna geçmeden önce bir yeni bilgi daha ediniyoruz. Kasabayı çevreleyen 1834 metre yükseklikteki bir dağın tepesinde, Adolf Hitler’in dağ evi Eagle’s Nest (Kehlsteinhaus) yükseliyor. Hitler, zamanında burada diplomatları ağırlayıp büyük eğlenceler veriyormuş. Evin kamuflajı o kadar iyi ki arkadaşlarımız göstermese imkanı yok seçemezdik. Ev bugün restoran olarak kullanılıyor. Hava iyiyse 20 dakikalık bir otobüs yolculuğu veya 2 saatlik tabanvay kuvvetiyle çıkılabiliyor.
Peki, Münih’ten Königssee’ye nasıl gidilir? Biz Königssee’ye Münih’te evlerini bizimle paylaşan arkadaşlarımızın arabasıyla geldik. Fakat Münih’ten buraya toplu taşıma araçlarıyla gelmek de biraz zahmetli ama mümkün. Öncelikle Münih merkez tren istasyonundan bir trene binip Königssee’ye en yakın kasaba olan Berchtesgaden’e yaklaşık 3 saatlik bir yolculukla ulaşılıyor. Tabii Berchtesgaden’e varmadan önce Freilassing’den yerel bir trene transfer yapılıyor. Berchtesgaden’e vardığınızda 6 km uzaklıktaki Schoenau am Koenigssee’ye gitmek için kısa bir otobüs yolculuğu yapmalısınız. Yani arabayla 2 saat civarında süren Münih-Königssee yolculuğu bu şekilde 3 buçuk saatte tamamlanıyor. Bir diğer seçenek ise Königssee turlarına katılmak. Maddi açıdan bir tık pahalı ama daha zahmetsiz bir alternatif.
Salzburg: Bi’ Uğrayıp Çıkmalık Komşu
Bir ülkeye gittiğimizde her zaman kıyısından köşesinden farklı bir ülkeye geçiş yapabilir miyiz, vaktimiz ve nakdimiz buna yeterli mi diye bakarız. Bir gidişle iki (bazen daha fazla) ülke görmek gezginler için ağız sulandırıcı bir aktivite… İşte Salzburg da tam bu noktada devreye giriyor, eğer Münih’ten Königssee’ye arabalı gittiyseniz sadece yarım saat uzaklıktaki Salzburg’a uğramadan eve dönmüyorsunuz. 🙃
Yaklaşık 150.000 nüfusuyla Avusturya’nın 4. büyük şehri olan Salzburg‘a gittiğimizde şehirle ilgili çok fazla bir bilgimiz yoktu, çünkü programımıza sonradan dahil olan bir sürpriz oldu kendisi. Şehirle ilgili hafızamızın derinliklerinde var olan tek bilgi ise besteci Mozart’ın doğduğu ve büyüdüğü kent oluşuydu. Sonradan öğrendik ki tarihi dokusunu çok iyi koruyan şehir 1997 yılı itibariyle Unesco’nun dünya mirası listesinde kendine yer bulmuş. Zaten şehre adımınızı attığınız andan itibaren Barok mimarisinin kol gezdiği evlerin, sarayların, kiliselerin, meydanların ve tarihi sokakların arasında Orta Çağ’a ışınlanma hissiyatını her an içinizde hissedeceğiniz bir Avrupa kentine geldiğinizi anlıyorsunuz.
Açıkçası biz birkaç saatliğine şehrin tarihi bölgesinde yürümek ve Avusturya’nın meşhur lezzeti schnitzel yemek için Salzburg’a uğradık. (Eve dönerken yemek yemek için başka bir ülkeye uğramak ne harika bir şey…) Bu yüzden de şehirde gezilecek yerleri, kalınabilecek otelleri vs. uzun uzun anlatamayacağız. Ama siz de bizim gibi Salzburg’a birkaç saatliğine uğrayacak olursanız tarihi şehrin merkezindeki en canlı ve önemli caddelerden Getreidegasse uğrayacağınız ilk yer olabilir. Mozart’ın doğduğu bina olan Mozarts Geburtshaus’u da bu cadde üzerinde görebilirsiniz, vaktiniz varsa Mozart’ın biberonunu dahi görebileceğiniz bu müzeyi gezebilirsiniz. Cadde üzerinde alışveriş yapabileceğiniz (mesela enfes Avusturya peynirleri veya çikolataları satan) dükkanlar, marketler, restoran ve kafeler mevcut. Bu civarda ayrıca Salzburg Resim Galerisi’ni, Salzburg Katedrali’ni, Residenzplatz, Domplatz ve Mozartplatz meydanlarını da görebilirsiniz. Şehri ikiye bölen Salzach Nehri kıyısında bir yürüyüş de fena fikir değil. Bu arada şehrin ve nehrin adında geçen “sal” kelimesi tuz anlamına geliyor; bölge tuz madenleri açısından oldukça zengin ve geçmişten beri tuzun bu bölgenin geçim kaynakları açısından önemi büyük. Bu bilgiyi de cebimize attıktan sonra şehri görmek için daha fazla vakit yaratabiliyorsanız 1606’da kurulmuş Avrupa’nın en güzel barok bahçelerinden birine sahip Mirabell Sarayı’nı, Mozart’ın ikinci ikameti ve bestelerinin de evi olan Mozart Wohnhaus’u, yaklaşık 100 yaşındaki Hohensalzburg Kalesi’ni ve etkileyici mimarideki Hellbrunn Sarayı’nı da rotanıza ekleyebilirsiniz.
Peki, Münih’ten Salzburg’a nasıl gidilir? Eğer Königssee’ye gitmediyseniz ama Salzburg’a gelmek istiyorsanız buraya hem tren hem de otobüs kullanarak rahatlıkla gelebilirsiniz. Münih’e gelmişken Salzburg’u keşfetmek için bir gün ayırmanızı tavsiye ederiz.
Neuschweinstein Kalesi: Disneyland’da mıyız?
Avrupa’nın kale veya şato klasikleri arasında önemli bir yeri olan Neuschwenstein (bi’ güzellik yapalım, okunuşu: Noyşıvanşıtayn) Kalesi, hem ihtişamlı mimarisi hem de tarihi hikayesiyle Münih’in çevresine bizce en çok değer katan yerlerden biri. Bir yerlerde karşısından çekilmiş fotoğraflarına rastlamış olabileceğiniz veya çocukluktan bir yerlerden tanıdık gelebilecek Neuschwenstein, Disneyland’a ilham vermiş kale olarak da biliniyor. Disney’in hem logosuna, hem “Uyuyan Güzel” masalına hem de filmlerine kalenin mimarisinin ilham olduğu biliniyor.
Almanya’nın Romantik Yolu güzergahında bulunan Neo Romantizm mimari stilindeki kale, Münih’ten yaklaşık 1 buçuk saat uzaklıktaki Füssen’in Hohenschwangau kasabasında, dik bir tepede konumlanıyor. Kalenin hikayesi aslında “Deli Kral” olarak ünlenen 2. Ludwig’in garip hayat hikayesiyle birleşince anlam kazanıyor. 1869 yılında kamu yaşamından kaçmak isteyen Ludwig II, çocukluğunun geçtiği Schloss Hohenschwangau Şatosu’nun hemen karşısına, babasının şatosundan daha gösterişli ve manzaraya daha hakim bu kaleyi yaptırıyor. Kaleyi gezerken görebileceğiniz ihtişamlı mimarisi, iç dizaynı ve dekorasyonuyla çılgın paralar harcandığını kanıtlıyor. Richard Wagner’in Kuğu Operası’ndan epey bir etkilenen Ludwig’in Wagner’e aşık olduğu da söylentilerden biri. Kalenin odalarında ve salonlarında gezerken bu tutkunun izlerini her yerde görüyorsunuz. 6 katlı ve 200’ü aşkın odaya sahip kalenin henüz bitmemiş olması içeride yapacağınız turun kısa süresine sebep oluyor. Ancak turun sonunda varılan kalenin geniş seyir terasında Bavyera gölleri ve ardındaki Alp dağlarının ayaklarınızın altına serildiği muhteşem bir manzara sizi bekliyor, tur resmen büyük bir heyecanla sona eriyor. Tıpkı kalenin yarım kalan hikayesi gibi, yaptığı gereksiz harcamalar ve belli ki zamanına fazla gelen “marjinal karakteri” nedeniyle Starnberg Gölü yakınındaki Berg Kalesi’ne hapsedilen ve sonrasında göl kenarında cesedi bulunan 2. Ludwig’in hayat hikayesi de böylece yarım kalıyor.
Kasabaya geldiğinizde kaleye ulaşım için atlı arabaları (aslında elektrikli, atlar sadece görünüm için var yani arabayı çekmiyorlar) veya tabanvay kuvvetini kullanabilirsiniz. Yürüyerek çıkmanızı öneririz çünkü yukarı çıkış esnasında da fotoğraf çekmek, mis gibi doğayla iç içe olmak isteyeceksiniz. Kalede kendi başınıza gezmenize müsaade edilmiyor, gitmeden önce belirli aralıklarda düzenlenmiş rehberli turlar için websitesinden rezervasyon yaptırmanız gerekli. Tur ücreti kişi başı 15.
Kalenin içi kadar Disney’i dahi ilhamlandıran dış cephesi de uzun uzun izlemelik. Ancak şans bizden yana değildi ve kalenin baştan ayağa görülebildiği asma köprü biz oradayken bakımdaydı. Bir daha gidecek olursak asma köprüsüz bir kale gezisi düşünemiyoruz o kadar diyelim. Ne demek istediğimizi anlatabilmek için şuraya asma köprüden çekilmiş bir fotoğrafı bırakıyoruz.
Kaleden çıktığınızda vaktiniz varsa (mutlaka yaratın) kasabadaki Alpssee veya hemen yakınlardaki Forggenssee veya Bannwaldssee gibi göllerin en az birini mutlaka görün. Biz Alpssee’ye uğradığımızda göl komple buz tutmuştu ve böylece ilk defa buz tutmuş bir gölün üzerinde yürüdük, şahane bir histi!
Hem göl kenarında hem de kasabanın farklı yerlerinde geleneksel Alman restoranları veya bira bahçeleri de mevcut. Biz ismi çok dertli bir yerde oturduk, copy paste geliyor: Schloss Bräustüberl Hohenschwangau. İsmini telaffuz etmeye gerek yok, haritada bulun, gidin oturun ve inanılmaz güzel Alman tatlılarının ve sıcak şarabın tadını çıkarın.
Bizim yine arabalı arkadaşlarımız vasıtasıyla geldiğimiz kaleye arabasız gelmek de mümkün. Münih merkez tren istasyonundan Füssen’e doğru giden trene binip oradan yapacağınız otobüs yolculuğuyla kalenin olduğu kasabaya varabilirsiniz.
Eibsee: Bob Ross’u Anma Durağı
Bu yazıda biz birkaç tanesine yer veriyor olsak da Münih çevresinde irili ufaklı harika göller var. Şehirde şöyle birkaç ay gibi bir vaktiniz varsa veya yeni ikametiniz Münih ise biz olsak her hafta sonu birine gidip oksijen depolarımızı, ruhumuzu ve hayal gücümüzü full’lerdik.
Eibsee, Münih’e arabayla yaklaşık 1,5 saat uzaklıkta, Avusturya sınırında ve Almanya’nın en yüksek dağı Zugspitze’nin kıyısında konumlanan güzeller güzeli bir göl. Efsane güzellikte olduğunu biz maalesef fotoğraflardan gördük, çünkü tek bir göl görme hakkımızı Königssee ile kullanmıştık. Garmisch Partenkirchen kasabasından ulaşılabilen gölün çevresinde yürümek, güzel havalarda açık olan restoranlarında mola vermek bu bölgede yapılabilecekler arasında. Bir de tabii Almanya’nın en yüksek dağının eteklerinde kayak yapmak veya dağın tepesine teleferikle çıkmak gibi deneyimler de mevcut. Königssee’de yaz aylarında dahi su sıcaklığı çok düşük olduğu için yüzmeye elverişli değil ama Eibssee’ye yazın gelirseniz gölde yüzebileceğinizi de okuduk. Ve yine Königssee gibi Eibssee de her mevsim Ressam Bob tablolarıvari manzaralar sunuyor, Google fotoğraflarında bile kaybolduk… Eğer araba ile gelmeyecekseniz Eibssee’ye ulaşmak için Münih’ten Garmisch Partenkirchen’e tren + otobüs kullanabilirsiniz.
Dachau Kasabası: Almanya’nın İlk Utancı
Bu kasabanın Münih’e olan uzaklığı yukarıda saydığımız noktalardan daha az ama yine de şehir merkezinde olmadığı için kendine bu yazıda yer buldu. Münih’e 17 kilometre, yani yarım saatlik bir tren yolculuğu uzaklıktaki Dachau kasabası, 1933 yılında kurulan Almanya’nın ilk ve en büyük toplama kampına ev sahipliği yapıyor, daha doğrusu maalesef yapmak zorunda kalmış. 2. Dünya Savaşı’ndan kalma tanıklıklar kasabanın her noktasından izlenebiliyor. Eğer Münih’te yeterli vaktiniz varsa ve tarihe ilgiliyseniz (konu itibariyle ilgi oranı artıyor tabii) Dachau’ya gelip müzeye dönüştürülen eski toplama kampını görebilirsiniz.